Çok dinli, dilli ve kültürlü çocukluk günlerinde yaşadığım zenginliğin hiç farkında değildim.
Belki de çocuk olmak farklılıkları görmememi sağlamıştı.
5 yıl süren ilkokul günlerimde sıra arkadaşlarım Süryani, Ermeni, Arap, Kürt ve Türk’tü. Bize göre aramızda hiçbir fark yoktu.
Diyarbakır’ın Mardinkapı semtindeki Cumhuriyet İlkokulu’ndaki o günler su gibi akıp gitmişti.
Bu süre içinde Ermeni Agop İstanbul’a, oradan da Amerika’ya, Süryani Cercis İsveç’e, Mardinli Arap Hıdır İzmir’e göç etmişti.
İnşaatçı olan babam kısa süreli Diyarbakır’a gelişinde artık bizim de gitme zamanımızın geldiğini söylediğinde açıkçası sevinmiştim.
Gideceğimiz deniz kıyısındaki yeri anlata anlata bitiremiyordu.
Bu benim hayatımdaki ilk göçtü.
Tabii gönüllü!
Bursa’nın Gemlik İlçesi’nde kaldığım 6 yıl boyunca pek farkına varmamıştım memleket hasretinin veya göçün ne demek olduğunu.
Sonra, üniversite eğitimi için Diyarbakır’ı tercih ettiğimde evden ayrılmak zor gelmişti.
Derken gazetecilik günleri başlayınca asıl göçün nasıl bir dram olduğunu iki çarpıcı örnekle yaşadım. İlki Halepçe katliamı sırasında Türkiye’ye göç eden Kuzey Iraklı Kürtlerin gelişinde, ikincisi de birinci Körfez Savaşı günlerinde.
10 binler değil, yüzbinler Türkiye sınırına açlık sefalet ve korku içinde dayanmıştı.
Bu farklı bir göçtü. Çünkü insanlık dramı yaşanıyordu.
İnsanlar ölümden kaçıyordu. Ne ev, ne para, ne makam hiçbir şey umurlarında değildi. Sadece ve sadece yaşamak istiyorlardı.
Ne yazık ki aynı dramın yıllar sonra Türkiye’de farklı bir boyutta yaşayacaktım.
Güneydoğu’da 1984 yılında başlayan olaylar 90’lı yıllarda öyle bir boyuta ulaşmıştı ki, insanlar aynen Kuzey Irak’tan göç edenler gibi sadece ve sadece yaşamak istiyorlardı.
Ve kimse bunun farkında değildi. 4 bine yakın köy boşaltılmış veya boşalmak zorunda kalmıştı. İnsanların ilk adresi Diyarbakır, Batman ve Siirt gibi kent merkezleriydi.
Sonra elde avuçta ne kaldıysa tutulan arabalarla ver elini Mersin, İstanbul, İzmir gibi büyük kentler.
O sancılı günlerde Basın Konseyi Başkanı Oktay Ekşi ve İstanbul Baro Başkanı Turgut Kazan ile Güneydoğu Gazeteciler Cemiyeti bahçesindeki sohbetimizde dilimiz döndüğünce yaşananları anlatmaya çalışıyorduk.
“Şimdi farkında değilsiniz ama bu göçler büyük kentleri boğacak. Çünkü gelenler aç, eğitimsiz ve üstelik öfkeliler”
Çok geçmeden büyük kentlerdeki başta kapkaç olmak üzere artan suç oranları sözlerimizin ne kadar haklı olduğunu ortaya çıkardı. Töre cinayetleri artık İstanbul ve İzmir’in göbeğinde işleniyor. Kan davası hesaplaşmaları Bursa’da devam ediyordu.
Ölümden kaçanlar, ölümü yaşatıyorlardı.
Derken sıra bizeydi. İlkini çocukluğumda yaşadığım ve gönüllü göç bu kez zorunlu hale gelmişti. Çünkü can güvenliği bireysellikten çıkmış, çocuklar dolayısıyla tüm ailenin yaşam sorunu haline gelmişti.
Gitmek, ayrılmak gerekiyordu, üstelik yıllarca emek verdiğiniz mesleğinizi, birikimlerinizi düşünmeden.
Sadece yaşamak için çocukluğum bir bölümünü geçirdiğim yerlere gelmeyi kolay zannetmiştim.
Hiç de kolay değildi, sıfırdan başlamak. İşte o zaman göçün ne demek olduğunu anlamıştım.
Şimdi babam, ben ve çocuklarım aynı yerde üç kuşak göçmen bir aradayız. Birinci ve ikinci kuşak göç acısını hala derinlerde hissederken, üçüncü kuşak çocuklar çok daha kolay uyum sağlıyor.
Bursa göçmenler açısından rahat bir kent, uyum sorunu çok kolay aşılıyor. Çünkü Balkanlardan gelenler, kenti farklı bir havaya sokmuş. Göç eden yabancılık çekmiyor.
Ama bir de memleket hasreti olmasa…
Namık Göz
Namik.goz@gmail.com
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder